Gurbet'ten Sonra


1

Bisikletle gittim her yere. Sabahtan kalkıp, yeni dairemin uyuyan yüzlere açılan kapısından çıkar çıkmaz bisikletime baktım. Demir çite dayanmış, kilitle sıkıcı tutturulmuş ve çöp tenekelerinin arasında gizlenmişti. Beyaz peugeot'a binip şehrin bütün semtlerini tanıdım. Başlangıçta pantolonumun cebinde şehir haritasını sakladım ve yeni bir yere gitmeden önce bu
şehirle ilgili bütün hayatım boyunca edindiğim izlenimleri ve hayallari tekrar hatırımdan geçirdim. Kalabalık, canlı mahalleler, vahşi graffitilenmiş vahiy, kentsel haraplık, geniş sonsuz cafcaflı bulvarları bulmayı umuyordum. Haritada bazı caddeler tüm şehrin kaos içinden geçmesine rağmen dümdüzdü ve kilometreler boyunca uzanıyordu. Muhteşem bir bulvara döndükten sonra arkamdaki şehir ufaktan gözden kayboldu. Ne büyük bir umutla beklemiştim bisiklet gezilerimi!
Ama yolum hiç açık olmadı. Çabasız bisiklet neşesi yerine, çukur, çöp, güvercin, açılan araba kapısı, alalade serilmiş kablolar, serseri ve dalalete düşmüş iş adamları, kar, su birikintileri, belediyenin çözülemeyen mantıkla boyadığı şerit çizgiler ve köpek boku çıktı hep yollarıma. Uzaktan saf görünüyordu caddeler ve kendisini kuşatan kuleler geometrik bir hava veriyordu.
Simetrik kanyonların görsel yanılsama etkisi gibiydi. Kafayı kaldırıp baktığında belki her binadaki mimari çizgiler dümdüz oluveriyordu, korint direkler arasında olan yunan heykeller sana gülüp duruordu, belki de kentsel mantık öklitçi bir rüya gibi görünüyordu ama lastik altında kabarcıklı, yırtık, cüzzamlı asfalt vardı.
Benim sokağım da tıpkı böyleydi. Görünürde onlarca apollo yüzlerle süslendirilmişti ama o sabah bisiklete bindikten sonra sokaktaki ilk engel çıktı karşıma. Kullanılmış bir bebek beziydi. Biri pencereden mi fırlatmıştı, çöp kamyonundan mı düşmüştü ya da aceleyle bir anne herkesin önünde alt değiştirme operasyonu mu yapmıştı bilinmez. Ters dönmüş çöp tenekesini fark edince gerçek nedeni anladım. Bir çukurdan sapıp, Knickerbocker caddesine döndüm. Çok uzakta, bir fabrikanın çatısı arkasından, Empire State Building'in aydınlatılmış tepesi şafakta gözüktü. Oh! Şehr-i York-ı Cedit, ne kadar uzun caddelerin. Bazen hızlı ve istekli gittim. Trafik ışığında durmak yerine arabaların akışına kapıldım. Hiç durmadım. Böylece bütün şehir küçülmüştü. Hell's kitchen'den East Village'a bir on beş dakika gerekti. Union square'den Bushwick'a ise yarım saat. Yokuş aşağı giderken, asyalı yemek teslimatçısı, şişko koşucu, muhafaza yahudi klanı arasından makas yaptım. Deli dolu, ani hareketlerle, vahşice taksilerin muharebesinden sıyrılıp geçtim no sleep till brooklyn diye.
Bazen bayağı yavaş gittim. Güzergahsız pedal çevirdim. Arkadaş, iş, niyet bulmadan önce, saatlerce gayretsiz yolculuklar yaptım. Sanki bir filmin içinde, ekstradan hareket eden, bu şehrin bir ziyneti gibiydim. İlk günlerde gidecek yer yoktu. Soğuk ve bulutlu günlerde şehri tanımak için gezdim. Yangın merdivenlerini, binaların tuğladan örülmüş ön yüzlerini, ilan panolarını
ezberledim. Şehrin estetiğini tanıdıktan sonra, her gün aynı yoldan gitmenin macerası kalmadı. Ahenkli hareketlerle, uzun mesafeye giderken, kornalara ve yayalara rağmen, bisikletle dalabildim yoluma. Hızlı gittiğimin farkına bile varmadım. Şehrin köprüsünün demir kirişlerini vızır vızır geçerken, dalıp gittim bazen.

Comments

Popular Posts